10 Mayıs 2015 Pazar

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Ayrıntılı Tahlili

Eserin Adı: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Yazarı: Peyami Safa
Basım Yılı ve Yeri: 1996/ İstanbul
Basımevi: Ötüken
                                                                   HAYATI

Peyami Safa, 1899 yılında İstanbul’da hayata gözlerini açtı. Anadan doğma şair olarak adlandırılan İsmail Safa’nın oğludur. Sivas’a sürgüne gönderilen babasının ölmesinden sonra yetim-i safa ismiyle de anılmaya başlamıştır. Gerek psikolojik gerekse fiziksel hayat şartlarından ötürü on yedi yaşına kadar yakalandığı bir kemik hastalığı ile hayat mücadelesi vermiştir. Bu hastalığından ötürü yaşadıklarını Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli romanına aktarmıştır. Hastalık ve savaşın yol açtığı maddî sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdürememiş, 13 yaşında hayatını kazanmak ve annesine bakmak içinVefa İdadisi'ndeki öğrenimini yarıda bırakmıştır. 
Keteon Matbaası'nda bir süre nota tashihi işinde çalışan Peyami Safa, Posta - Telgraf Nezareti'ne girmiş, I. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar orada çalışmıştır (1914). Daha sonra Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Dört yıl çalıştığı bu okulda, hem öğretmiş, hem de kendi çabasıyla Fransızca'sını ilerletmiştir. Buradaki izlenim ve deneyimlerini "Biz İnsanlar" adlı eserinde kullanmıştır 1918 yılında ağabeyi İlhami Safa'nın isteğine uyarak öğretmenlikten ayrılmış ve birlikte çıkardıkları "20. Asır" adlı akşam gazetesinde "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlamıştır. İmzasız olarak yazdığı bu hikâyelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanmaya başlayan Peyami Safa, daha sonra 1921'de Son Telgraf gazetesinde yazmış, oradan da Tasvir-i Efkâr'a geçmiştir. Daha sonra Cumhuriyetgazetesine geçmiş, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerinin yanı sıra, roman da tefrika etmiştir.
1960'lı yıllara kadar başta Milliyet olmak üzere birçok gazete ve dergide yazan Peyami Safa 27 Mayıs'tan sonra Son Havadis gazetesinde yazmaya başlamıştır (1961). Aynı yıl Erzurum'da yedek subaylığını yapmakta olan oğlu Merve'nin ölümü üzerine büyük bir sarsıntı geçiren Peyami Safa, iki üç ay sonra İstanbul'da vefat etmiştir.

                                                                KİTABIN ÖZETİ


Kitap ismini dahi bilmediğimiz ve bu yönüyle dünya edebiyatında da bir ilk olma özelliği taşıyan hasta bir çocuğun dizindeki problemle başlıyor. Dizindeki durumun ciddiyeti kendini korurken bir de olur olmadık hareketlere sahip olan bencil bir kıza yani Nüzhet’e gönül veriyor. Roman öylece akıp giderken arka planda romanda o dönemde Fransız’ca ya karşı açılan bir savaş harekatından bahsediyor. Erenköy’de oturan akrabalarına sürekli giden roman kahramanı aldığı kitapları orada Paşa’ya okuyor. Paşa bazı kitapları çok beğenirken, bazılarını beğenmediği için uyuklayıp duruyor. Nüzhet’e o sıralarda Ragıp isimli bir doktor talip olup onunla evlenip onu yurt dışına götürmek istiyor. Roman genel hatları ile böyle devam ediyor biraz daha özele indirgeyerek şöyle özetleyelim.

Yazar, onbeş yaşında bacağı sakat olan, birkaç kez ameliyat geçirmiş olmasına rağmen şifa bulamamış bir çocuktur. İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle birlikte eski bir evde oturmaktadır. Sık sık tedavi olmak amacıyla hastaneye gider, doktor ameliyat olması gerektiğini ancak ameliyattan sonra yaralı bacağının kısalacağını söyler, ama yazar gün geçtikçe kötüye giden durumunu kimseye söylemez. Kafası da iyice karışmıştır ve hem annesine üzüntüsünü belli etmemek hem de başka bir doktora muayene olmak için şehrin karşı tarafında oturan karbaları
Paşa’nın yanına gider. Paşa altmış yaşlarında, gençliğinde Fransa’da çalışmış bu yüzden onlara karşı sempati ile yaklaşan bir şahıstır. Sahip olduğu köşkte karısı, kızı Nüzhet, ve hizmetliler ile birlikte yaşamaktadır. Yazar Paşa’yı her ziyarete gidişinde ona ve kızı Nüzhet’e kitap götürmektedir. 

Nüzhet ondokuz yaşında yazarla çocukluğundan beri arkadaş olan genç ve güzel bir kızdır. Yazarı her zaman kendine yakın bir dost olarak görmüştür. Yazar köşke gelmeden birkaç gün önce Ragıp Bey adında 35yaşlarında bir doktor Nüzhet’i babasından istemiştir. Nüzhet ve Paşa evlenme işine pek sıcak bakmamaktadır. Ancak Nüzhet’in annesi evliliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapmaktadır. Çünkü, Ragıp Bey evlendikten sonra Nüzhet’i Berlin’e götürmek istemektedir.
Yazar da Nüzhet gibi onunla konuşmaktan büyük zevk almaktadır.

Küçüklüğünden beri Nüzhet’e beslediği arkadaşlık duyguları son zamanlarda anlam veremediği duygulara dönüşmektedir. Ragıp Bey’i öğrendikten sonra ise bu anlam veremediği duyguların nüzhet’e duyduğu aşk olduğunu anlar.bir gece Nüzhet dertleşmek için gizlice yazarın odasına gelir. O gece yaazar Nüzhet’e karşı hissettiklerinin karşılıksız olmadığını anlar ve aralarında bir elektriklenme olur. Bu elektriklenme gün geçtikce kuvvetlenir ancak birgün Ragıp Bey yüzünden araları açılır. Yazar köşkü terk etmeye karar verir, ancak annesinin de köşke gelmesi nedeniyle orada kalmak zorundadır. Bir gün yazar ülkenin bulunduğu durum hakkında Paşa ve Ragıp Bey ile de tartışır ve evine geri döner. Döndükten sonra hem üzüntü hem de doktorlarım uyarılarına rağmen ayağını fazla zorlaması nedeniyle daha fazla dayanamaz ve kaldırılır.

Doktorların teşhisi kesindir: “Bacağının kesilmesi gerekiyor.” Yazar bacağının kesilmemesi için doktor doktor dolaşmaya başlar. Ancak bu sırada ona ızdırap veren bacağının ağrısı değil, Nüzhet’in aşkının kalbinde açtığı derin yaradır. Onu bir türlü unutamaz. Bu sırada bacağında iyice kötüleşmiştir. Son çare aile dostu olan ve hastanede çalışan Mithat’a giderler. Mithat, yazarı çalıştığı hastnedeki operatöre götürür.

 Operatör, yazarın bacağını kurtarabileceğini ancak birkaç ay hastanede yatması gerektiğini söyler. Böylece yazarın hastane günleri başlar. Yalnız kaldığı odasında Nüzhet’i düşünmekten başka bir şey yapamaz. Bir gün Nüzhet’ten kart gelir; çok yakın zamanda Ragıp Bey ile evleneceği ayrıca Paşa’nın felç geçirdiği ve ölmeden önce onu görmek istediği yazmaktadır. Bu karttan sonra yazarın düşünceleri değişir. Başarılı ameliyatlar sonunda bir bacağı kısa kalmasına rağmen iyileşir. Annesi ile yeni bir hayata başlamak üzere ızdırap dolu günler geçirdiği o hastane koğuşundan ayrılır.
                                          KARAKTER ANALİZİ

Hasta Çocuk: Hayatın çetrefilli savaşı içerisinde bir de aşk macerasına çıkmış genç bir çocuk. Çocuk yaşına rağmen geçirdiği hastalıklar onu olgunlaştırmıştır. Karamsar bir durumun içerisinde olmasına rağmen geleceğine hep umutla bakmıştır.

Nüzhet: Kolay kolay kendinden başka kimseyi düşünmeyen bir paşa kızı. Olay kahramanının aşık olduğu ama beklediği ilgiyi tam manasıyla göremediği şahıs. Kafası karışık, ne tara gideceğini bilmediği bulanık bir zihne sahip.

Paşa: Fransız hayranı, Erenköy’de bir konak sahibi. Kitap okumaktan çok, okunulan kitapları dinleyip onlar üzerinden yer yer eleştiriler getiren bir adam.

Nüzhet’in Annesi: Kızının, roman kahramanıyla evlenmesini istemeyen, her anne gibi kızının para ile mesut olabileceğini düşünen bir anne.

Doktor Ragıp: Paşa gibi Fransız hayranı olan, bir aralık kahramanımızın hastalığıyla da ilgilenen ve Nüzhet’in kocası olan adam.

Mitat Bey: Hastanede çalışan, yazarın yakın dostu, onun iyi olması ve bacağının kesilmemesi için en çok çalışan kişilerden birisidir. Elinden geleni yapmıştır.

Kitabın Konusu: Genç yaşına rağmen bacağında beliren bir hastalık ile mücadele veren bir çocuğun yaşam öyküsü.

Kitabın Ana fikri: İnanç başarıyla özdeştir.

Yan Düşünceler: Bazen görünenlerin arkasına bakmak gerekir.
Dönem zihniyetinin insanlar üzerindeki etkisi.
Hayat size her istediğinizi vermeyebilir.

                                                  OLAY ÇİZGİSİ
20. Fransız hayranı olan paşa aynı zamanda ittihatçı düşmanıdır da.
10.  Paşaya okumak üzere kitaplar götürmektedir.
6.  Doktorun söylediklerini yol boyu aklından geçirir.
1    Dizindeki sargıyı söktürmek için hastaneye gider.
2.   Hastane bahçesinde kendince dolaşır ve etrafı gözlemler.
3.   Eve gitmeyi göze alamaz, sokaklarda dolaşır, bir mühlet.Annesine ne söyleyeceğine karar verememiştir.
4.    Evin düzenine göre gelişmeleri yorumlamaktadır.
5.    Annesinden gerçekleri saklamıştır.
7.    Tedavisi için tekrardan Erenköy’e gitmesi gerektiği yalanını ortaya atar.
8.    Eren Köy’de yanına gittiği Mithat bey ile aralarında bazı sohbetler geçer.
9.    Paşa’nın  kızı Nüzhet’in gelmesi ile muhabbete o da dahil olur.
11.   Paşaya getirdiği cinai romanı okur, paşa uykuya kalır.
12.   Nüzhet ile bahçeye çıkarlar.
13.   Nüzhet, Doktor Ragıp diye birinin onu istediğini anlatır.
14.   Nüzhet’i gece uyku tutmaz ve kahramanın odasına gider.
15.   Odadan çıkacağı zaman aralarında yakınlaşma olur, sonra aniden Nüzhet odayı terk eder.
16.   Paşa bir aylığına onun, konakta kalmasını hatta annesini de getirmesini söyler. Tabi kitapta ister.
17.   Doktoru beklerken kadavraları bakar tiksinir.
18.   Paşa evine gelince bir sessizlikle karşılaşır
19.  Nüzhet nedenini söylemez, kuruntu yapma der.
20.   Nurşefan gerçeği anlatır, Ragıp beyle ilgili konuşuyorlar.
21.   Nüzhet’in yalanına çok üzülür.
22.   Nüzhet’in odasına gidip onu odasına çağırır.
23.   Nüzhet yalan söylemediğini ona gerçeği bu gece anlatmaya  niyetli olduğunu söyler.
24.   Aralarında yeniden bir yakınlaşma olur.
25.  Köşkte günleri güzel geçer sürekli Nüzhet ile muhabbet ederler.
26.  Doktor’un uşağı gelir, akşam beyinin geleceğini söyler.
27.  Ragıp bey onun hastalığının ciddiyetini, muhabbet ortasında anlar ve çaktırmaz diğerlerine.
28.  Paşaya ve yengesine, Nüzhet’i  bu adam mutlu edemez der.
29.  Nüzhet’in annesi, o çocuktan uzak dur mikrop bulaşır der.
30.  Köşkten ayrılmaya karar verir, Paşa karşı çıkar.
31.  Paşa bir gün daha kalmasını ister , zaten annesi gelir bu iki güne çıkar.
32.  Doktor ve Paşayla Fransızca Türkçe tartışmasına girerler.
33.  Ameliyattan sonra ayağı iyileşir, ama kalbi için aynı şeyi söylemek mümkün mü bilinmez.

                                   KİTABIN DEĞERLENDİRMESİ

Usta bir yazar olan Peyami Safa bu romanı ile bize gerek dönemin siyasi gelişmeleri gerekse kendi hayatından kesitler sunmuş durumda. İsmi olmayan bir kahraman ile baştan sona kadar ilerleyen roman bittiğinde dahi birçok okur bu durumu fark etmeyebiliyor.
Genç yaşında hastalığa yakalanmış üstelik babası dahi olmayan bir çocuğun hasta annesi ile verdiği hayat mücadelesi parmak ısırtan cinsten doğrusu. Küçük yaşına rağmen verdiği hastalık ile ettiği mücadele yetmezmiş gibi bir de başına aşk denen belanın musallat olması işleri iyice içinden çıkılmaz bir yola koyuyor ama neyse ki; verdiği savaşta kararlılık gösteren kahramanımız mücadelede aşk tarafından yenilse de hastalığa karşı büyük bir zafer kazanıyor.

Üslup ve tarz açısından yazar çağ atlatan cinsten bir romanı kaleme almış. Ve yazdığı diğer kitaplarda da bu ustalığını kormuş olması onun karşısında saygı ile eğilmemize ve ona müteşekkir olmamıza sebep oluyor diyebilirim.

Şevket ÖNDER 

Not: Tahlilin bazı kısımları alıntıdır.

Kapıları Açmak Hikayesinin Ayrıntılı Tahlili

Eserin Adı: Kapıları Açmak
Yazarı: Mustafa Kutlu
Basım Yılı ve Yeri: 2013/ İstanbul
Basımevi: Dergah Yayınları

                                                                  HAYATI

Mustafa Kutlu, 6 Mart 1947’de Erzincan’un Ilıç ilçesine bağlı Kuruçay nahiyesinde doğar. Babası Nurettin Bey, annesi Sulhiye Hanım’dır. Beş kardeştirler. Üç ablası ve bir de kız kardeşi vardır.
Mustafa Kutlu ‘nun ailesi ilmiye sınıfındandır. Babası Nurettin Bey rüştiye tahsillidir. Nahiye Müdürlüğü yapar. Anadolu’nun pek çok yerinde bu görevi yürütmüştür. Dedeleri de çeşitli memuriyetlerden gelmedir. Soylarına Hacıyakupoğulları denir. Ailenin bilinen bütün kökleri Erzincan’dadır. Babasının görevi sebebiyle bir yerde bir iki sene kalıp başka bir yere nakilleri gerçekleşir. Babası 1953 yılında emekli olduktan sonra Erzincan’a döner, kahvelerde arzuhalcilik yapar. Babasını 1959 yılında 12 yaşındayken kaybeder.
Babası ile pek fazla içli dışlı olamaz. Nurettin Bey tam bir Osmanlı Beyefendisidir. Eski harfleri çok iyi yazar. Kutlu’nun kendisi gibi Nurettin Bey de babasını 12 yaşında kaybeder. Babanne ikisi erkek, ikisi kız olan çocuklarını kendi başına yetiştirmek zorunda kalır.
Mustafa Kutlu ‘nun Annesi Sulhiye Hanım ve babannesi de tam bir Osmanlı Hanımefendisidirler. Eşlerinin yokluğunu çocuklarına hissettirmemek için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Sulhiye Hanım’ın isminin kaynağı 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’tir. “Sulh” olduğu için ismini Sulhiye koymuşlardır.
Çocukluğunda yazları annesinin köyüne gider. Eskiden şehir ve taşra hayatı birbirinden bugünkü kadar kopuk değildir. Erzincan’da mahallelerinin hemen yakınında bir köy uzun yıllar; ahırıyla, mereğiyle, davarı, nahırıyla varlığını korur.
Mustafa Kutlu, İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Erzincan’da okur. Ortaokula kadar oturdukları ev deprem sonrası yapılan prefabrik evlerdendir. Buraya elektrik gelmediğinden orta ikiye kadar petrol lambası kullanmışlardır.
İlkokuldan itibaren edindiği okuma alışkanlığı, ortaokul sıralarında edebî zevke dönüşür. Edebiyat okumayı düşünür; fakat edebiyatçı olmak gibi bir tasarısı yoktur. Lisede fen kolundan mezun olur. Fen koluna giriş sebebini şöyle açıklar: “Sıra arkadaşımla mahalli bir amatör kümede, aynı takımda top koşturuyoruz. Çocuk kütüphane müdürünün oğlu ve dersleri çok iyi. Ben haytayım, derslerim o kadar iyi değil. O arkadaşım babasının yönlendirmesiyle fen bölümüne giriyor. Fen, yani zor bölüm, ki üniversitede tıp kazansın, teknik üniversiteye falan gitsin. Ben de diyorum ki, “ulan orayı yapamayız oğlum, biz top oynuyoruz, edebiyata gidelim, edebiyat kolay.” O fen koluna gidince ben de onun peşi sıra fen bölümüne gittim. Yani arkadaş kurbanı oldum.”
Mustafa Kutlu , Liseyi bitirdikten sonra resme olan hevesi yüzünden Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına girmek ister. O güne kadar Erzincan sınırlarına çıkmamış bir taşra çocuğunu Güzel Sanatların “frapan havası” iter. Böylece on yıl uğraştığı resim defterini kapatır. Buraya girmeyişinin bir başka sebebi de taştada bir kılavuzu olmayan, belli bir eğitimden geçmemiş, kendi kendini yetiştiren bir ressam adayının pek bir yere varamayacağını hesap etmesidir.
Mustafa Kutlu Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesine 1964’te kaydolur. Burada yeni ve değişik bir dünya ile karşılaşır. Orhan Okay, Kaya Bilgegil, Niyazi Akı, Selahattin Olcay gibi hocalarla tanışır.
Mustafa Kutlu iki arkadaşı ile birlikte Erzurum Halkevi salonunda yağlıboya resimlerinden oluşan bir dergi açar. Burada 30-40 kadar resmi sergilenir. Üniversite üçüncü sınıfa kadar aklında yazı yazmak düşüncesi yoktur.
Mustafa Kutlu bir gün Orhan Okay Hoca’nın odasında Hareket Dergisi’nin sahibi Ezel Erverdi ile karşılaşır. Bu karşılaşma hayatında bir dönüm noktası olur. Çünkü Ezel Erverdi desensiz mesensiz diye eleştirdiği Kutlu’dan desen göndermesini ister. Gönderdiği ilk desenler Hareket’in 28. sayısının kapağını süsler. Sonra bu dergide hikâyeleri de yayımlanmaya başlar. İlk hikâyesi 29 Mayıs 1968’de yayımlanan “O…”dur, hikâye ile birlikte biri kapakta olmak üzere 6-7 deseni çıkar.
Üniversitenin son sınıfında Orhan Okay Hoca ile “Sait Faik’in hikâyelerinin resim ve perspektif açıdan incelenmesi” konulu tezini hazırlar. 1968’de okulu bitirir.
                                                           KİTABIN ÖZETİ

Zehra, isimli bir kızın etrafında gelişme gösteriyor olaylar. Zehra bir kasabada kendi halinde yaşamına devam ederken bir yanda da gönlünü köyün imamının oğluna kaptırıyor. Cihan isimli bu delikanlı bir türlü Zehra’yı istemeyi ona açılmayı beceremiyor. O dönemlerde ise Zehra'ya kafayı takmış durumda olan biri var ki ; o da kasabanın belalılarından İpsiz Kemal.

Kemal zengin bir ailenin oğlu. Ama onların zenginlikleri dip dedelerinden kalma hırsızlıklardan ileri geliyor. Eşkıya olan dip dedeleri zamanında yol kesip haraç alarak zenginleşmiş, birkaç kez yakayı ele vermesine rağmen kurtulmuş ve en son yakalanışında aleme ibret olsun diye asılmış.
Daha önce ne istese elde eden Kemal bu sefer sert bir kayaya çarpıyor. Zehra’nın gözü de gönlü de Cihan’da ama gelin görün ki; Cihan çok pısırık bir delikanlı ve bir türlü Zehra’nın beklentilerini karşılayamıyor. Gel zaman git zaman Kemal , Zehra’nın ağabeyi olan Ahmet’i paralar vaad ederek kandırıyor. Ahmet’te para karşılığı kardeşini peşkeş çekiyor.

Bir gün ansızın Zehra’yı yolda apar topar yakalıyp arabaya atıyorlar ve İstanbul’a kaçırıyorlar. O sıralar pis işlere girişen Kemal kaçıp kayıplara karışıyor bunun üzerine Zehra üst komşusu olan Gül’e taşınıyor ve onun çalıştığı pavyonda işe başlıyor. Kötü yollara düşmese de çalıştığı ye dolasıyla adı çıkıyor. Bir zaman canını tak ediyor ve köyüne dönmeye karar veriyor.

Gözünü karartıp çıktığı bu yolda ölümü dahi göze alıyor. Köyüne vardığında ağabeyi dahil tüm köylüyü karşısına alıyor.Köy hocasının verdiği destekler sayesinde ayakta kalan Zehra günün birinde Kemal’le tekrar karşılaşıyor ve Kemal evi sarhoş bastığı için onu vuruyor. O nedenle de kısa bir süre hapis cezası alarak hapse düşüyor.

Kitabın Konusu: Köyde başına olmadık işler gelen bir kızın yaşama tutunuşundan kesitler diyebiliriz.

Kitabın Anafikri: Sabır her daim kazanır.

Yan Düşünceler: Bazı insanların kişiliği para ile satın alınabilir.
Her şey göründüğü gibi değildir.
Hayatta herkesin ikinci bir şansı hak ettiğine inanmalıyız.

                                                 
                                                          KARAKTER ANALİZİ


Zehra: Kitabın baş kahramanı. Hayatın sillesini yemiş ama yıkılmamış bir kadın. Güçlü, kararlı, kendine inancı olan bir karakker.

Cihan: Zehra’nın gönül verdiği delikanlı. Kendine inancı olmayan, çekimser, az konuşan, bir türlü isteklerini dile getiremeyen, saf ve temiz biri.

Kemal: Zengin züppesi diye tabir edebileceğimiz bir kişi. Aile büyüklerinden kalan mirası har vurup harman savuran bir adam. Zehra’nın hayatını zehir edip, sonunda da ölümü onun elinden olan kişi.

Ahmet: Zehra’nın abisi. Para için yapmayacağı şey olamayan bir adam. Kardeşini Kemal’e peşkeş çekecek kadar karaktersiz biri.

Ahmet’in Karısı: Tıpkı kocası gibi para düşkünü, hırslı ve kocasını sürekli dolduran bir kadın.
Mahir hoca: İyi niyetli, düşene el vermesini bilen bir adam. Cihan’ın babası.

Dokumacı Arif: Zehra’nın babası. Oğluna söz dinletemeyen, hayata karşı hep bir mahcup tavır takınan temiz yürekli bir adam.

Melek Hanım: Zehra’nın annesi. Kızından ötürü bir türlü yüzü gülmeyen, son zamanlarda hasta düşen kocasından ötürü de üzüntüleri iyice artan ama kızının dönüşüyle birazcık olsun içi ferahlayan bir köy kadını.

Gül: Zehra’nın İstanbul’da tanıştığı komşusu ve hayat arkadaşı. Ondan birçok şey öğrendiği kadın. Sendelediğinde düşmemesi için ona dayanak olan kişi.

Songül: Zehra’nın kardeşi.

                                                          OLAY ÖRGÜSÜ
  Kemal ve soyuna dair anlatı ile başlar hikaye.
 Ahmet hayatına sürekli müdahale edecek olan bir kadın ile hayatını birleştirir 
  Para kazanmak için Ahmet kahve açar ama işler hiçte istediği gibi gitmez.
             Turistik değer kazanınca köy Ahmet gazino açmaya karar verir ve çareyi kardeşini Kemal’e peşkeş çekmekte bulur.

           Zehra bir türlü durumu kabullenmez. Kemal’de onu İstanbul’a kaçırır.

                Kemal kayıplara karşınca Zehra, Gül ile arkadaşlık kurar ve gazinoda işe başlar.

                   Gülden oyuncak bebek yapmayı öğrenir.

                    Daha sonra canına tak eder ve köyüne döner.

                           Ahmet eve gelip Zehra’yı görünce onu döver ve evden atar.

       
                Zehra’ya Mahir hoca sahip çıkar


           
              Garip Ahmet Paşa tekkesi şenlikler için yıkılmak istenir ama üniversiteli genç türbeyi kurtarır.

              Zehra , Ayşe teyze ile cami meşrutasında yaşamaya başlar.


      
              Zehra oyuncak bebek yaparak para kazanmaya başlar.


        
              Zehra’ya sarhoşlar musallat olur ancak silahı olduğu için ondan korkar ve kaçarlar.

               Köylünün bu olaydan sonra bakış açısında krılmalar yaşanır.



         Kemal köye döner ve yine Zehra’ya musallat olur.

                Bir gece ansızın sahrhoş bir halde Zehra’nın evini basar.

               Zehra Kemal’i öldürüp cezaevine düşer.

      
               Cihan onu orada ziyaret eder. Rusya’ya çalışmaya gideceğini söyleyip yanından ayrılır

       
        Giderken onun için son bir kez yanık sesiyle ezan okur.
      Şevket ÖNDER



Saatleri Ayarlama Enstitüsü Romanının Ayrıntılı Tahlili

                                    


Romanın Adı: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Romanın Yazarı: Ahmet Hamdi Tanpınar

Kitabın Baskı Yeri ve Yılı: İstanbul – 2008
Baskı Sayısı: 13. Baskı
Sayfa Sayısı: 396
Ölçüleri: 14,5x20,5 cm
                                                          HAYATI


23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu. Baytar Mektebi’ni bırakarak girdiği Darülfünun-ı Osmani’nin (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nden 1923’te mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara‘daki liselerde öğretmenlik yaptı. Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat dersleri verdi. 1933′ten sonra İstanbul’da Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939′da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirildi. 1942 ara seçimlerinde CHP’den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi, üniversitedeki görevinden ayrıldı. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisinde tekrar derse girmeye başladı. 1949′da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Bu görevdeyken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirdi.
Adını ilk kez “Altın Kitap” dergisinde yayınlanan “Musul Akşamları” şiiriyle duyurdu. Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayınlandı. Hece vezniyle yazdığı bu ilk şiirler, imge zenginliklikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çeker. Edebiyat Fakültesi’nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı‘dan çok etkilendi. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal’den çok Ahmet Haşim izleri görülür. Haşim gibi o da küçük yaşta kaybettiği annesinin yokluğundan duyduğu acıyı ve kendisini avutacak bir sevginin özlemini dile getirir. İçe dönük bir bakışla doğa ile iletişim kurmaya çalışır. Şiirinin bir başka yönü Bergson felsefesinden kaynanlanan zaman kavramıdır. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik değil, çok katlı ve karmaşık bir akıştır.
“Ne İçindeyim Zamanın“, “Bursa’da Zaman” şiirleri bu olgunun örnekleridir. İlk romanı “Mahur Beste” 1944′te Ülkü Dergisi’nde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardandan, kendi yaşamından da izler taşıyan “Huzur” 1949′da basıldı.


                                   
                                                   KİTABIN ÖZETİ

Başkarakter Hayri İrdal, Muvakkit Nuri Efendinin yanında çırak olarak başlar işe. Saatlerle uğraşmayı seven ama bu mesleği icra etmek istemeyen biridir. Nuri Efendinin ölünceye kadar yanında ilmi, dini ve felsefi sohbetlerini hiç usanmadan dinler. Babasıyla tekkeye gider musiki söyler. Seyit Lütfullah’a takılır define avına merak salar. Büyür askere gider. Tunuslu Abdüsselam Efendi, konağın son sakinlerinden Emine’yi Hayri’ye nikâhlar. Abdüsselam Efendi ölümüne yakın muvazenesiz vasiyetler bırakınca Hayri’nin başı belaya girer. Mahkemelerde önce şahit sonraları sanık sandalyesinde oturur. Bu da yetmez Akıl Hastanesine tedaviye gönderilir. Sonunda mahkemeden beraat eder hastaneden taburcu olur ve Emine’ye kavuşur. Posta Telgraf ’ta işe girer. Emine’yi kaybeder. İki yetimle baş başa kalır. İspiritizma Cemiyetinde çalışır. Sonraları buradan ayrılıp Cemal Beyin şirketinde kâtip olarak işe başlar. Cemal Bey kendisini kovunca bir süre işsiz kalır ta ki Şehzadebaşındaki kahvede Doktor Ramiz’in onu arkadaşı Halit Ayarcı’yla tanıştıracağı güne kadar. Halit Ayarcı hayat hikayesini dinleyince Hayri İrdal’ı çok sever. Kafasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü fikri peydah olur. Enstitüyü kurar ve müdür yardımcılığı görevine Hayri’yi getirir. Hayri İrdal’ın hayatı bundan sonra tamamiyle değişir. Fakirlik ve kırgınlık günleri geride kalır. İnanmadığı bu işe zoraki girmiştir. Sonuçları şaşırtıcı olunca müsterih olmasa da bu oyunu devam ettirme yoluna gider çünkü herkes bunu istemektedir. Ve bir gün gelir haşmetli enstitü tasfiye edilir. Realiteler ortaya çıkar.

            Kitabın Konusu: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, çocukluğu yoksul bir ailede geçen, hayatı boyunca saatlerle içli dışlı olan, sayısız iş değiştirmesine karşın Halit Ayarcı ile tanışıncaya kadar yoksulluktan bir türlü kurtulamayan, dürüst, gerçekçi, akılcı olmaya çalışsa da çevresinin etkisiyle, yalanlarla kuşatılmış bir hayat süren Hayri İrdal’in anıları

            Ana düşünce: Bir kereden bir şey olmaz deyip taviz verdiğimizde bunun bir sefer ile sınırlı kalmayacağını unutmamalıyız.

            Yan Düşünceler:
·         Benliğimize ters düşen şeyleri kabul etmemeliyiz.
·         Kolay yoldan para kazanmak istemek daha kötü sonuçlar doğurabilir.
·         Toplum bir kısım yeniliklere çok fazla abartılı davranabilir.
·         Yıllarca arayıp sormayan bazı insanlar konu maddiyat olunca değişir.

                            KARAKTER ANALİZİ

Hayri İrdal:  Durumu düzeldikten sonra daha iyi giyinen şapka takan biridir. Zamanında bankada çalışmış daha sonra, Halit ayarcıyla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsünü açmıştır.  Saygınlık derecesi pek fazla değildir. İnsanlar tarafından pek fazla ehemmiyet verilmez. Karısının tarifiyle sünepedir. Ancak Saatleri Ayarlama Enstitüsü kurulduktan sonra herkes tarafından takdir edilen değer verilen biri olmuştur. Karısının gözünde artık bir kahramandır. Yeni ve eski arasında sıkışmış eskiye daha bağlı değişime ayak uyduramayan itirazda bulunan biridir. Kişiliği tam oturmamış Hayri İrdal daha çok babasının üzerinde kurduğu baskıdan dolayı çalkantılı bir kişiliğe sahiptir. Kendi kişiliğini oturtmadığı içinde başkaları tarafından yönetilmeye mahkûm olmuş bu yüzden kullanılmış olmanın dayanılmaz acısı içerisindedir. Genç yaşta ilk eşini kaybeden Hayri İrdal hayata ve yaşamaya dair istekleri de endişeleri de son bulmuştur, kendi deyimiyle olabileceğin en kötüsü olduğu için artık hürdür.

Halit Ayarcı: Şık giyimli aydın görünüşlü yakışıklı sayılabilecek biridir. Çevresindeki insanlar üzerinde etkili olabilen hali hazırda işleri yapmaktansa yeni bir iş icat etmek zevkine ulaşmak isteyen biridir. Hayri İrdal ile birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsünü kurmuştur. Yenilikçi ve Avrupalı bir aydın havası içerisindedir. Realist bir yaklaşımı tercih eden Halit Ayarcı en saçma uğraşı bile boyayarak satan bir tiptir. Pazarlama ve ikna kabiliyeti çok iyidir. Kurnaz aynı zamanda insanlar üzerinde tesir etmekten hoşlanan yalan söylemeyi bile meşru gösteren başarıya ulaşmada her yolu mubah gören, girişken ve olayları okuyarak kendine bir çıkar yol bulabilecek yetenekte biridir.

Doktor Ramiz: Psikinalitik kuramı üzerine çalışmalar yapan ve her şeyin sadece bu kuram üzerine kurulu olduğunu düşnen bir adam. Ayrıca Hayri İrdal’ın dostu.

Zehra: Hayatı kararacakken İsmail ile evlenip, babasına gülen talih kuşu ile mutlu bir hayata kavuşan kız çocuğu. Hayri İrdal’ın kızı.

Emine: Hayri İrdal’ın ilk hayat arkadaşı.

Pakize: Hayri İrdal’ın ikinci karısı. Yalan ile gerçeği birçok defalar karıştıran bir kadın.
Muvakkit Nuri Efendi: Hayri İrdal’ın saatçilik mesleğini öğrenmesini sağlayan hocası.
Cemal Bey: Bir dönem Hayri İrdal’a patronluk yapan merhamet duygusundan yoksun olan adam.

Seyit Lütfullah: Hayri İrdal’ın arkadaşı. Aynı zamanda onun hapisnaheye düşmesine sebep olan şahsiyet.

Selma Hanım:  Cemal Bey’in eşidir ve daha sonra ayrılırlar. Hayri İrdal ona ilgi duymaktadır.

Ahmet: Hayri İrdal’ın oğlu.

Hala: Huysuzlukları ile ilk etapta hayatı Hayri İrdal’a dar etse de daha sonra başarısında ona katkı sağlayacak olan kişilerden biri.


                                         OLAY ÇİZGİSİ


11 - O zamanlar her mahallede, insanların saatlerini ayarlamaları için muvakkithaneler vardır.
10 - İyi bir öğrenci olmayan Hayri İrdal, muvakkit (saatçi) Nuri Efendi’nin yanına çırak olarak girer.
  9 - Hayri İrdal; çelebi, görmüş geçirmiş, filozof biri olan ustasından çok şey öğrenir.
  8 - Artistidi Efendi, eczanesinde deney yaparken çıkan yangında ölür.
  7 - Nuri Efendi de hayatını kaybeder.
  6 - Hayri İrdal’ın, varlık durumu iyi olan, ancak ailesine bir faydası dokunmayan halası Zarife’nin öldüğü haberi gelir.
  5 - Bütün mirası Hayri’nin babasına kalacaktır.
  4 - Ancak tam defnedilirken kefenini yırtarak yeniden canlanır.
  3 - Daha sonra da mahalle eşrafından Avcı Naşit Bey ile evlenir. İkinci hayatında artık daha eli açık, yaşamın tadını çıkaran bir kişiliğe bürünmüştür.
  2 - Hayri İrdal Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınır ve savaşın bitiminde terhis edilerek İstanbul’a döner.
  1 - Babası savaş sırasında ölmüştür.
  0 - Hayri İrdal, Abdüsselam Bey’in teşvikiyle Posta Telgraf Mektebi’ne girer.
14 - Abdüsselam Bey’in yetiştirmesi Emine ile evlenir.
15 - Kızları Zehra doğar.
16 - Abdüsselam Bey, Zehra’ya, Hayri’nin annesi Zahide’nin adı yerine yanlışlıkla kendi annesi Zehra’nın adını vermiştir.
17 - Torunu Zehra’yı annesinin yerine koymakta ve tüm servetini ona bırakmak için vasiyetnameler hazırlamaktadır.
18 - Abdüsselam Bey’in ölümünden sonra; hukuken geçersiz olan bu vasiyetnameler ve söz arasında adını andığı, olmayan “şerbetçibaşı elması” yüzünden Hayri’nin başı derde girecek ve mahkemelerde sürünecektir.
19 - Hayri, mahkemedeki tavırları nedeniyle ruh hastası zannıyla Adli Tıp’a sevk edilir.
20 - Orada Doktor Ramiz ile tanışır.
21 - Hayri, Doktor Ramiz tarafından “baba kompleksi” teşhisiyle aylar boyunca “tedavi edilir”.
22 - Hayri hâkim tarafından dava dışı bırakılarak serbest kaldıktan sonra Fener Postanesi’ne girer.
23 - İş çıkışlarında Doktor Ramiz ile birlikte Şehzadebaşı’nda bir kahveye uğramaya başlarlar.
24 - Kahvede konuşulanlar gayri ciddi konulardır.
25 - Hayri’nin hasta olan karısı Emine ölür.
26 - Doktor Ramiz Psikanaliz Cemiyeti’ni kurar.
27 - Hayri İrdal cemiyetin müdürü olur.
28 - Hayri İrdal, bir süre sonra ikinci karısı Pakize ile evlenir.
29 - Pakize’nin anne ve babası ölünce iki kız kardeşi de onların yanına taşınırlar.
30 - Hayri İrdal bu defa da İspritizma Cemiyeti’nin muhasebecisi ve kâtibi olur.
31 - Cemiyetin toplantılarında ruh çağırma seansları düzenlenmektedir.
32 - Doktor Ramiz, Hayri İrdal’ı, okul arkadaşı Halit Ayarcı ile tanıştırır.
33 - Hayri İrdal’ın saatlerden anladığını gören Halit, ona değer verir, iltifatlar eder.
34 - Hayri, hem Halit Ayarcı’ya, hem onun ileri gelen dostlarına hayran olmuştur.
35 - Ayarcı, İrdal’a birlikte çalışmayı önerir.
36 - Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü (SAE) kurarlar.
37 - Enstitü, daha ne iş yapacağı belli olmadan geçici binasında çalışmaya ve kadrosunu oluşturmaya başlar.
38 - Enstitünün müdürü Ayarcı, müdür yardımcısı İrdal’dır.
39 - Tanıtım amacıyla Muvakkit Nuri Efendi’nin sözlerinden yüz kadar slogan üretirler ve her birinden biner adet basıp şehre dağıtırlar.
40 - Yarısı politikacıların, yarısı da Ayarcı ile İrdal’ın önerdikleri kişilerden oluşan kadro giderek büyümektedir
41 - Enstitü fikrine baştan beri inanmayan Hayri İrdal, hiç bir iş yapmadan maaş almaktan dolayı rahatsızdır.
42 - Bununla birlikte Hayri İrdal artık değişmiş, kendine güvenli, rahat bir insan olmuştur.
43 - Refah düzeyi yükselmiş, ailesiyle birlikte mutlu bir hayat sürmeye başlamıştır.
44 - İrdal’ın eski patronu Cemal Bey, eşi Selma’dan boşanmıştır.
45 - İrdal Selma’ya da iş teklif eder.
46 - Selma enstitüde çalışmaya başlar ve İrdal’ın metresi olur.
47 - Halit Ayarcı’nın baskısıyla Hayri İrdal, hayali bir kişi olan Ahmet Zamani hakkında “Şeyh Ahmet Zamani ve Eseri” adlı bir kitap yazar.
48 - Ünlü Hollandalı bilgin Van Humbert, İrdal ile tanışmak için İstanbul’a kadar gelir.
49 - İrdal’ın halası Zarife Hanım, Halit Ayarcı’nın önerisiyle Saat Sevenler Cemiyeti’ni kurar ve başkanlığa getirilir.
50 - Hürriyet Tepesi’ndeki arsasını da hizmet binası yapılması için SAE’ne hediye eder.
51 - Zaman zaman gazetelerde SAE, Ayarcı ve İrdal aleyhine yazılar yayımlanmaktadır.
52 - Bu yazılar Ayarcı’nın ve İrdal’ın şevklerini kırmak yerine “iş”e daha da sıkı sarılmalarına yol açar.
53 - Hayri İrdal’ın buluşu olan “nakit ceza sistemi” (saati genel saatlere uymayanlardan alınan para cezası), SAE’nin gelirlerini artırdığı gibi saygınlığını da doruğa çıkarır.
54 - Yurt dışında da benzer enstitüler ve cemiyetler kurulur.
55 - Hayri İrdal’ın, “Mübarek” adını verdiği ayaklı bir saati vardır.

56 - Bu arada oğlu Ahmet ile arası düzelen İrdal kendini mutlu hissetmektedir.

57 - Hayri İrdal’ın Emine’den doğan ikinci çocuğu olan Ahmet, babasının içinde yaşadığı, yalanlarla dolu çevreye hiç bir zaman girmemiş, Tıbbiye’yi bitirince ülkesine hizmet etmek üzere Anadolu’ya gitmiştir.
58 - Bir de kooperatif kurularak SAE personelinin oturması için Saat Evleri Mahallesi kurulur.
59 - SAE’nin hizmet binasının projelerini İrdal’ın hazırlamasını övgüyle karşılayan enstitü çalışanları, oturacakları evlerin klasik tarzda olması konusunda direnç gösterirler.
60 - Çalışanların, kendi çıkarlarına ucu dokunan yeniliklere karşı olmaları, Halit Ayarcı’nın gerçeği anlamasına ve moral olarak çökmesine yol açar.
61 - SAE’de inceleme yapan Amerikalı bir heyetin, enstitünün gereksizliğine dair verdiği rapor üzerine, enstitünün lağvedilmesi emri gelir.
62 - Ortalıkta görünmeyen Halit Ayarcı, İrdal’ın evindeki bir davet sırasında çıkar gelir.
63 - SAE’nin lağvedilmesine dair kararı düzelttirmiş, sürekli bir tasfiye komisyonu kurulması ve ayar istasyonlarında çalışanlar hariç SAE personelinin bu komisyonda görevlendirilmesi yönünde bir karar aldırmıştır.
64 - Bununla birlikte, aldandığını düşünen Halit Ayarcı bu komisyonda çalışmak istemez. Bir süre sonra da bir trafik kazasında ölür.


                                         KİTABIN DEĞERLENDİRMESİ

Romanın başlıca kahramanları Hayri İrdal ve onun çok sevdiği saatlerdir. Esasen, sıradan bir insan görünümündeki İrdal’ın, saatlerle iç içe süren yaşamının bir romana konu edilmesi kendi içinde “komik” unsurunu barındırmaktadır. Bu durum, Tanpınar’ın kültürel birikimiyle ve fikir adamı kimliğiyle birlikte değerlendirildiğinde romandaki “komik” olayların aslında bir şeyleri simgelemek ve eleştirmek amacıyla anlatıldığı düşüncesini uyandırmaktadır. Buradan yola çıkarak Hayri İrdal’ın Türk toplumunun sıradan bireylerini, saatlerin de zaman kavramını simgelediği söylenebilir. Romanda saatler ve zaman kavramı önce muvakkithaneler, sonra SAE olarak kurumlaştırılmakta, Hayri İrdal ise çocukluğunda bir muvakkithanede, olgunluğunda da SAE’de çalıştırılmak suretiyle zaman kavramıyla kopmaz bir bağ içinde gösterilmektedir.

Diğer yandan Muvakkit Nuri Efendi ile Halit Ayarcı arasında kurulan bağ ise tam bir karşıtlık ilişkisidir. Her ikisi de saatlerden (zamandan) para kazansalar da, biri dürüst ve özverili çalışmayı, geleneksel değerleri, mesleğe saygıyı simgelerken; öbürü, saati ve zamanı sadece göstermelik bir unsur olarak ve insanların gözünü boyamak için kullanan bir dolandırıcıyı simgelemektedir. Bir başka deyişle Nuri Efendi eskiyi ve Doğu’yu, Ayarcı ise yeniyi ve Batı’yı temsil etmektedir denilebilir.

Hayri İrdal da Türk toplumu gibi zaman içinde birçok değişimlerden geçmektedir. Bu arada bir takım çevreler, kendi çıkarları ya da inançları doğrultusunda Hayri İrdal’ı yönlendirmektedir. Söz konusu yönlendirme bir takım gerçek dışı ya da uygulanamaz amaçlar doğrultusunda olsa dahi, bir süre sonra iş o hâle gelmektedir ki o da kendisine söylenenlere inanmakta, hatta bu inançların ateşli bir taraftarı olabilmektedir.

Romandaki Doktor Ramiz karakterinin, yazarın gözünde Türk aydınını simgelediği söylenebilir. Doktor Ramiz, çok önemsediği mesleğini bile layıkıyla yerine getirme becerisinden yoksun, olayların akışına kendini bırakmış bir karakterdir.

Romanda doğru ile yalan, hayal ile gerçek birbirine karışmış durumdadır. Örneğin Abdüsselam Bey ve arkadaşları bir hazinenin peşinde koşar ve altın imal etmeye çalışırken, bu çabalarının boş birer hayal olduğunun farkında değildirler. Halit Ayarcı, yenilik düşüncesiyle içi boş bir kurum yaratırken (kahvenin, psikanaliz derneğinin, ispritizma derneğinin ve saat sevenler derneğinin de içi boştur), bu kurumun işe yarayacağına gerçekten inanmıştır. Şu anlamda ki, bu kurumda somut bir iş yapılmasa bile, insanlar yenilik fikrine, “modern” olana alışacaklar, değişimi benimseyeceklerdir. Bu durumda gerçekten çalışarak, üreterek kazanmak, değer verilen bir şey olmaktan çıkacak, üretmeden kazanmak daha değerli hâle gelecektir. Kendi değer yargıları ve doğruları paralelinde bu duruma karşı çıkan, eleştiren insanlar ise dışlanacaklardır. Burada, devlet eliyle zenginler yaratılmasına ve bürokrasiye yöneltilmiş yoğun ve acı bir eleştiri göze çarpmaktadır.

Hayri İrdal roman boyunca bir ikilem içindedir. Sanki Nuri Efendi ile Halit Ayarcı arasında sıkışıp kalmış gibidir. Eski ile yeni arasında, aileden ve Nuri Efendi’den aldığı değer yargıları ile Halit Ayarcı’nın değer yargıları arasında bir ikilemdir bu. Eskiyi ve ailevi değerlerini savunmaya devam etse yoksulluktan kurtulamayacak, sürekli iş değiştirecek, patronların baskılarına boyun eğecektir. Oysa Halit Ayarcı ve çevresinin yeniliğe, kazanmaya endeksli değer yargılarına uyum göstermesi hâlinde, her ne kadar vicdanen rahatsız olsa da refaha erişecek, ailede ve toplumda saygınlık kazanacak, hatta uluslararası bir üne kavuşacaktır.

Burada çalışmanın ve üretmenin bir değeri olmadığı gibi, okumanın, öğrenmenin, bilgi sahibi olmanın da bir değeri yoktur. Doğru düzgün bir öğrenim hayatı olmayan Hayri İrdal gibi bir kişi, olmayan bir bilgin hakkında bir kitap yazabilmekte, mimari projeler hazırlayabilmektedir. Bütün bunlar, toplumun, bilim dünyasının, profesyonel hayatın içinde bulunduğu çarpıklıkları trajikomik bir biçimde sergilemektedir.

Öte yandan gerçek anlamda çalışmanın, üretmenin ve topluma hizmet etmenin değerine inanan Ahmet karakteri romanda fazlaca ön plana çıkarılmamış ve bu yolla çarpıklığın derinliği daha bir vurgulanmak istenmiştir.

Romanda kimin akıllı, kimin deli; kimin normal, kimin anormal olduğu da birbirine karışmıştır. Psikanaliz uzmanı Doktor Ramiz mi delidir, yoksa onun hastası konumundaki Hayri İrdal mı? Şaka olsun diye “şerbetçibaşı” elmasından söz eden Hayri İrdal mı anormaldir, yoksa onun bu sözüne inanıp hayatı boyunca bu konuyu öne sürenler mi? Bu arada Hayri İrdal da kendi yaşamında deli-akıllı, normal-anormal hâller arasında gidip gelmektedir. Kimi zaman SAE fikrinin saçmalığını öne sürmekte, kimi zaman onun en inançlı savunucusu olmaktadır. Kimi zaman karısının kendini aldattığını fark etmemekte, kimi zaman o da karısını aldatmaktadır.


Romanda yaratılan bu çelişkili durumlar, bir anlamda Türk toplumunun gel-gitlerini, karmaşasını, karmaşıklığını gösteren birer anlatım unsuru olarak kullanılmıştır.

Fatih Aydoğanoğlu- Şevket Önder